Sanat, Bilim, Felsefe
Faruk ÇAĞLA
«Hayat, dengeye kavuştukça sanat ortadan
kalkacaktır» demiş, ressam Mondrean.
Niye söylemiş bu sözü? Yaşamın dengeye
kavuşmasının olanaksız olduğundan ötürü sanatın yok olmayacağını
belirtmek için mi, yoksa sanatın da ölümlü olduğunu belirtmek için mi?
Eğer, ikinci olasılığı düşünerek söylemişse, öyle bir dünya olmalı ki bu
dünyada sanata gereksinme duyulmasın.
Örneğin, her şey o kadar dengede ki hiç
bir alanda zıtlaşma, çatışma olmasın. İnsanlar öyle bir düzeye gelmiş
olsunlar ki, nefret edilecek yerde tokalaşıp öpüşülsün. Ölüm denilen
olay da insanların denetimine girsin, istenildiği zaman ölünsün,
örneğin. Hatta ölüm de olmasın. Hep yaşam, sürekli yaşam olsun. Olur mu
böyle şey?
Olursa, çelişkinin bir anlamı, yaşamın,
doğa kurallarının bir anlamı kalmaz. Böyle bir şeyi savlamak ya da
olabilirliğini düşünmek, kişioğlunu «aşırı ideal» ya da «ütopik»
hayaller kurmaya yöneltebileceği gibi, felsefi anlamda «idealizm»e de
sürükler.
Öyleyse, yaşamın ana nedenlerinden biri,
belki de en son ve en önemli kurallarından biri olan «çelişki»yi
yaşamın her alanında kabul etmek, onu göğüslemek, onsuz yaşam
olamayacağını bilmek, sanatın, yaşam var olduğu sürece var olması
gerektiğini düşündürecektir insana...
Her halde Mondrean bunu demek
istemişti...
İnsanlığın tarihi, "sanat'ın tarihi" ile aynı zamanda başlamıştır. Her
ikisi de "çelişkenin" tarihidir. Gerçi okullarımızda tarih yazı ile
başlar, diye öğretilmektedir, ama yazı da bir sanat değil midir?
Şimdi, tarihsel bir film seyreder gibi
gözlerimizi binlerce, yüz binlerce yıl öncelerine çevirelim: İnsanoğlu
ateşi daha bulmamış, resim ya da yazı da yok ortada. Sözlü anlatıma
hele hiç geçmemiş. Maymunla insan arası bir sürü yaratık var,
yeryüzünde. Ve onların, diğer canlılarla, doğal güçlerle veya
kendileriyle bir sürü çelişkileri var... Nerede burada sanat? Buradaki
sanat, insanın atasının yüksekteki bir yiyeceği düşürmek için uzun
sopayı seçmesi ve onun ucunu kıvırması, hayvan hareketlerini ve
davranışlarını taklid etmesidir.
Boşuna söylememiş Plehanov «Sanat sosyal
hayatın aynasıdır» diye...
Gözlerimizi şimdi de günümüz insanının
dünyasına çevirirsek, birçok karmaşık araç ve gereç, elektronik aygıtlar
hemen kendilerini gösterirler. Burada da sanat insanın yaratıcı
emeği'ndedir.
İster ilkel, ister gelişmiş olsun bütün insan topluluklarının üretim
biçimine göre sanat da biçimleniyor veya üretimi biçimliyor. Bir başka
deyişle, sanat üretimle iç içe giriyor, bir neden-sonuç ilişkisi içinde
sarmal bir biçimde birlikte ilerleyerek gelişiyor.
Sanatın üretimle birlikteliği, sanatla bilimi birleştirmektedir.
Avrupa'da Rönesans yaşanırken, her alanda özellikle bilim ve sanatta
yeniden canlanma olmuş, bu arada Leonardo da Vinci çizdiği desenlerle
«insan organizmasının fonksiyonlarını» incelemiş ve belki de tıp
biliminin tarihinde devrim yaratmıştı.
Sanat-bilim ilişkisi, insanlığın gelişim
süreci içerisinde ilerlemiş, sanayi devrimi ile hız kazanmış, yirminci
yüzyılda endüstriyel sanatı doğurmuştur. 1919'da Almanya'nın Weimar
kentinde kurulan "Bauhaus - Tatbiki güzel sanatlar okulu" bu konuda
öncülük yapmış, üç ayaklı tabureden elektronik araç dizaynına kadar
endüstri toplumunun gerek sindiği tüm ürünlerin sanat yolu ile
biçimleneceğine ilişkin ilk örnekleri vermiştir. Bu konuda, okulun
kurucusu yaratımcı-ressam Walter Gropius şöyle demektedir: "Ressam
ekonomik yaşama sırtını çevirmez. Öyleyse ekonomik gücün öncüsü olan
endüstri ve teknik ile bağdaşmak gerekir. Bugün halk yığınlarını
doyurmak, onları refaha kavuşturmak, hepsini bir meslek sahibi
yapabilmek için endüstriye muhtacız. Topluma giden yol endüstriden
geçmektedir. Sanatçı toplum, için yaratmaktadır."
Evet, sanatçı toplum için yaratmalı, ama
hangi toplum için? Bir yandan sürekli üreten, ürettiğini tüketen,
yeniden üreten bir toplum, diğer yandan tekelleri, sendikaları,
çatışmaları ve çelişkileriyle, haklılıkları, haksızlıklarıyla,
mutlulukları, mutsuzluklarıyla var olan ve sanatçının içinde yaşadığı
bir toplum.
Sanat, yaşanılan toplumsal süreçte
insanların her türlü işlev ve eylemlerini yansıttığına göre, mutlaka
insanların sorunlarıyla ilgilenecektir. Sanatçı da o süreci
yaşadığından, en az diğer insanlar kadar sorunları vardır. Sanatçı,
işinin gereği olarak, bir bilim adamı, bir düşünür kadar çağına karşı
sorumludur. Çağına karşı sorumluluk ise bir bilgi birikimi ve bir dünya
görüşü gerektirir.
Dünya görüşü gerekli midir? Hangi çağda
yaşarlarsa yaşasınlar, bütün sanatçıların dünyayı bir açıklama
biçimleri, bir yaşam felsefeleri vardır.
Felsefe, en genel sorunlara çözüm arayan bir bilgi hazinesi olduğuna
göre sanatçı bir düşünürdür de aynı zamanda. Sanatçının hem bilim adamı
hem de düşünür olmasına ilişkin özgün baskı sanatçısı Mustafa Aslıer
şunları söylemektedir: «Sanatçı birey sanatın oluşmasında payı olan çok
çeşitli etken güçlerin bileşkesi durumundadır. Sanat ürünü bu
bileşkenin toplam gücünün sonucu olarak ortaya çıkar. (...) Sanatçı
çağlardan çağlara uzanan sanat gelişme çizgisinin bugüne gelmiş
ucundadır. Geçmiş çağlardan gelen çizgi birtakım belirlenmiş değerlerin
gücünü ona getirmektedir. Ancak yüzünü ve yönünü geçmiş çağlara dönük
tutamaz. O bu çizgiye katkıda bulunmak ve çizgiyi geleceğe doğru
uzatmak savında ve görevindedir. Bu nedenle tüm varlığı ile bugünün içinde bulunacak yüzü ve yönü geleceğe
dönük olacaktır.» (2)
Yine ilkel toplumlara dönecek olursak, o
toplumlardaki sanatçılar da doğa olaylarını kısıtlı bilgi birikimlerine
dayanarak çözümlemeye uğraşmışlar, bilgilerinin yetmediği yerde
sezilerini kullanmışlar, «büyü»ye başvurmuşlardır. Örneğin, Fransa'nın
Dordogne. ve İspanya'nın Altamira mağaralarının duvarlarındaki
resimlerde o günün sanatçısı, av sahnelerini resimlemiş ve bu
resimlerde sanatçı, insanları hayvanlara karşı üstün göstermiştir.
İnsanın doğaya egemen olma isteğinin bir belirtisi değil midir bu? İşte
bu noktada sanatçının felsefesi, dünya görüşü belirmektedir.
On dokuzuncu yüzyılın sanatından örnek
vermek gerekirse, o zamanın toplumsal gerçekçi ve dışavurumcu sanatçısı
Daumier "isyan" adlı tablosunda yaşadığı sürecin sosyal
kargaşalıklarını anlatmak için bir elini havaya kaldırmış, haykıran bir
genci betimlemiş, geri planda bir endüstri kentinin görünümünü
işlemiştir. Daumier'nin bir dünya görüşü vardı ve bu uğurda büyük
özverilere katlanmıştı.
Ancak, her sorumluluk duyan, her dünya
görüşü ve bilgi birikimi olan kişi sanatçı olabilir diyemeyiz. Sanat,
her ne kadar toplumsal bir olaysa da bireyler tarafından yar atıldığı
için ve tek tek bireylere seslendiği için özünde bireyseldir. Burada,
sanatın bireyselleştirildiği, sanatın soylulaştırıldığı ve
yüceleştirildiği anlamında, «sanat için sanat» savunulduğu sanılmasın.
Sanatçı açılarıyla, mutluluklarıyla,
karamsarlık ve umutlarıyla toplumun içinde birey olarak kendi özgün
biçimi ile yaratır sanat yapıtını.
«O, topluma kendi gücüyle ters orantılı
bir yakınlıktadır. Toplumun hem ardında bıraktıklarını görebileceği,
hem de önüne çıkacakları sezebileceği bir yerde. Ve bütün bu
gördükleri, sezdikleri kendisini etkiler, coşturur, düşündürür. Bunları
anlatmak ister. Kendi dili ile.»(3)
----------------------------------------------------------------------------------
1) «Çağdaş Sanat», Sevim Eti, 1971, s. 68.
2) «Varolmayana Biçim Vermek», Mustafa
Aslıer. D.T.G.S.Y.O. Yayınlan, 1980, s. 3-4.
3) a.g.y. , s. 16.
Sanat - Edebiyat' 81 dergisi sayı: 5 sayfa: 22 Ekim 1981
|