Necati Abacı'yı böyle uğurladık

 

19 temmuz benim doğum günümdü. Şirketteki arkadaşlar pasta yaptırmışlar, ama kesin tarihi unutmuşlar...20 temmuz Salı günü sordular, "ne zamandı senin doğum günün" diye, ben de "dün" dedim... "Ya kusura bakma pasta aldık, dolapta beklettik" dediler, "boş ver yarın kutlarız" dedim.

 

Meğer 20 temmuz Salı günü Neco hastaneler arası sürünerek can çekişiyormuş...Önce bir hastaneye yatırmış onu yakınları, orada gerekli sağlık imkanları olmadığından savsaklanmış, bekletilmiş. Eksik tanı ve tedavi yapılmış. Adeta birileri ölüme hazırlamış sevgili Necati'yi.Daha nitelikli bir hastaneye ulaştırıldıktan sonra hemen ameliyata alınmış ama, aort damarı patlayalı 6 saat olmuş... 6 saat orada, burada süründürmüşler Necati'yi.Gizli tansiyon denilen bir meret varmış da; kendi de, kimse de bilmiyormuş... Buna ecel mi deniyor??? İlgisizlik mi, bilgisizlik mi? Belki de hepsinin toplamı ecel oluyor.

 

21 temmuz 2004 Çarşamba günü iş yerinde doğum günüm kutlandı, ben konuşma yaptım, dedim ki; "

yaş 40'ı geçince doğum günü kutlamak, Veysel'in deyimiyle iki kapılı hanın ikinci kapısına yakınlaşmayı hatırlattığı için bu yüzden de kutlamak işime gelmiyor... Pir Sultan ise "Pir Sultanım, doğdum eksildim, yemeden içmeden sudan kesildim" demiş... Her doğum günümüzde biraz daha eksiliyoruz... Yine de  bana iki kapılı hanın son kapısını anımsattığınız için sağ olun."

 

Millet, "vay Faruk bey yine neler yumurtladın" dedi. Gülüştük ve mumları üfledik vs...

 

Meğer bu sıralarda sevgili Neco, morgdaymış, ve Gürbüz Doğan Ekşioğlu bile bana bildirememiş...

 

Eve geldim ve kedi ayaklarıma dolaştı, acıkmıştı. Oğlum ona yemek vermemiş... Buzdolabını açtım. Karnım müthiş aç, ama kedi de açtı... Önce çocuklar dedim... Dolabı karıştırıp kedinin ciğer poşetini ararken, diplerde tencere arkasında kalmış bir poşet et daha buldum. Dolapta epey beklemiş...Ağır değil ama ancak kediye verilebilir.

 

Boşandığım eşimden mahkeme kararı ile almak için 5 yıl uğraştığım 12 yaşındaki sevgili oğlumu çağırdım.Ona kızdım, "Oğlum, bu evde misafir gibisin. Azıcık evle ilgilensene. İki tane tabak bulaşıkta duruyor, yıkasaydın ne olurdu? Dolaptaki köfteleri kızartıp yiyorsun da bu poşette ne var diye hiç mi merak etmiyorsun...Bak kokmuş, yazık değil mi???" Oğlum öylece tepkisiz duruyordu. "Bak yaşım 48 oldu...Türkiye'de insan ömrü kısadır, hele duygusal olanların daha kısadır... Yarın, öbür gün küt diye ölüverirsem bu tembelliğin ile ne halt edeceksin? Buz dolabında ne var ne yok diye baksana...Her zaman baban yanında olmayabilir. Biraz kendi işini kendin görmeye çalış, yarın tek başına yaşadığında bunları hatırlarsın..."  diye azarladım... Oğlum belki hatasından belki beni kaybedeceğini düşünerek ağladı... "Babacım sakın ölme" dedi...Bana sarıldı.

 

İşte bu anlarda Neco'nun oğlu, gelen başsağlığı telefonlarına cevap veriyormuş....

 

Bilgisayara geçtim, yahoo'ya bağlandım, ve ilk mesaj; acımız büyük, Necati Abacıyı kaybettik" Gönderen Erdoğan Karayel...Don Kişot...Almanya.

 

Olamaaaz diye bir çığlık ve hıçkırıklara boğulduğumu hatırlıyorum. "Neco nasıl ölürsün, daha gençsin oğlum, acaba kaza mı" diye ağlayarak konuşmalarımı duyan oğlum, "baba ne oldu, şimdi de sen mi ağlıyorsun" diye geldi...

 

"Oğlum, oğlum, arkadaşım ölmüş oğlum... Sana öğüt verirken sevgili dostumun ölüm haberi gelmiş oğluummm." diye ona sarıldım...

 

Oğlum sordu, "baba o da mı sanatçıydı, o da mı duygusaldı..?."

"Evet oğlum o da benim gibiydi.. O da sanatçıydı, yazardı, çizerdi...."

"Çocuğu var mıydı baba...? Evet oğlum senden 3-4 yaş büyük bir oğlu vardı...Senin doğumuna gelmişlerdi"

"Arkadaşın iyi insan mıydı baba?"

"Çook iyiydi oğlum, çoook... Çoook çekti oğlum çoook..."

"Baba neden iyiler hep ölüyor...?"

 

"Bilemem oğlum, belki Türkiye'de iyiler ölüyor... Türkiye'de sanatçılar ölüyor oğlum, başka yerde değil Türkiye'de ölüyor !!!!!! Bu arada Türkiye de ölüyor oğlum !   Belki bu yüzden Türkiye hep genç nüfuslu, Avrupa yaşlı nüfuslu oğlum... Eskiden Türkiye'de sanatçıları  terör ve anarşi öldürüyordu, şimdi hayat şartları öldürüyor oğlum"

 

Bunları diyebildim. Oğlum ya anladı ya anlamadı...Büyüyünce anlar...

 

Hıçkırıklarla Neco'nun cebini aradım. Oğlu çıktı... "Oğlum, evladım, yavrum baban vefat etmiş, doğru mu" dedim...(sanki, "yok şaka yapmışlar" demesini bekliyordum...) "Evet dün kaybettik şimdi morgda" dedi... Oğlunun sesi sanki morgdan geliyordu, buz gibiydi...Titredim...Yıkıldım... "Ne zaman defnedeceksiniz yavrum" diyebildim, "cumartesi ama nereye belli değil, yarın yine arayın, sorun" dedi...Klavyem ıslanmıştı göz yaşlarımdan, oğlum bana tuhaf bakıyordu... 5 yıl önce babaannesi öldüğünde böyle olmuştum, bir de şimdi...

 

Sonra Gürbüz'ü aradım cepten...O bilir dedim... Gürbüz ayrıntılı anlattı... Gürbüz'ün ev telefonu vızır vızır çalıyordu. Arayan Orhan Birgit'ti Hürriyetten.. Gürbüz herkese bilgi veriyordu, sanki Neco'nun kardeşiydi yada özel kalem müdürü...Akademik kariyerleri onları daha bir birbirlerine bağlamış, dostluklarını pekiştirmişti.

 

Neco'nun eşi Sebahat'le görüştüm. Tören hakkında bilgi aldım. "Cumartesi sabah 10'da Karikatürcüler Derneği'nde tören ve konuşma var, öğle namazında Altunizade'deki İlahiyat fakültesi camii'nde cenaze namazı var" dedi Sebahat... Defalarca teşekkür etti...

 

Tören konuşmalarına gitmedim...Gidemedim...Gidemezdim, otomobil kullanamazdım...Evde ağlıyordum...Oğlumu boşandığım annesine göndermiştim, yalnızdım, rahat rahat ağlıyordum, utanmadan ağlıyordum...Kedim bana bakıp miyavlıyordu... Cenaze namazı için  yola çıktım, Gürbüz aradı, "neden gelmedin törene" dedi, fırçalayacaktı besbelli... "Camiye gidiyorum, yoldayım" dedim. "Tamam o zaman görüşürüz" dedi...

 

Aman Allahım, camide kadınlı erkekli  en az  500 kişi, 40 kadar çelenk, yüzlerce bakımlı otomobil... Çelenkler iki üç ailenin veya kişinin adını taşıyor... Belli ki ekonomik kriz hala etkili, ama sevgi de etkili hala... Sevgili Neco için ortaklaşa da olsa çelenk yaptırmış sevenleri... Hepsinin adını tek tek okudum. Turhan Selçuk tek başına yollamış, Marmara Üniversitesi de öyle... Sanırım gerisi ortak.. Ortak çelenklerden birine çok ağladım...Üç tane bant vardı üzerinde, iki bantta kişi isimleri yazıyordu, sonuncu bantta ise "Neco'yu seven iki arkadaşı" yazıyordu... Yani "adımız önemli değil, onu seviyoruz ya" diyorlardı... Mahvetti beni bu ifade...

 

Karikatürcü cemaati oradaydı.Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Sami Caner, Ercan Akyol, Cevat Özer ve Tan Oral'la görüştüm...Erdoğan Karayel'in eski eşi Meral Karayel'le kısaca hatır soruştuk...Köksal Çiftçi ve eşi Bulut Bebek'in annesi Nuray'la da öyle... İlhami Turan hoca Letraset'te harf bitince kullanılmayan X harflerinden  nasıl K yaptığını anlatıyordu çevresindeki gençlere.  Freehand programındaki  en son efektleri anlatacak hali yoktu ya... Bir an bilgisayar bilmediğim zamanlarımı hatırladım...

 

Sabahat'e başsağlığı diledim. Bana sarıldı...Bir ihtiyacın var mı dedim, "sağ olsunlar Neco'nun arkadaşları her şeyi yaptı, bize bir şey bırakmadılar, hiç bir şeye ihtiyacımız yok, sizler geldiniz ya " dedi...

 

Necati'nin anneciği yıkılmıştı, evlat acısını yaşıyordu. Oğlunun cenaze töreninde adeta misafir gibiydi. Necati'nin sanat dostlarının büyük bölümü onu tanımıyordu.Çok yönlü, kültürlü bir hanımdı, Necati'yi Necati yapan, ona sanat keyfini ve okuma kültürünü aşılayan bir öğretmen anneydi.Ama şimdi onu tanıyanların taziyetlerini sunduğu oğlunu kaybetmiş bir anne ve nihayetinde kayınvalideydi.

 

Bu güne kadar gördüğüm bayan cemaati en fazla olan cenaze töreniydi. Bütün bayanlar gösterişten uzak, modern giyimli ve makyajsız, adet yerini bulsun diye değil, gerçekten sevgili dostlarının cenazesine gelmiş bir hanımefendi topluluğu halindeydi... Erkekler ise abartılı Avrupa özentili sanatçı tiplerden, klasik halk tiplerine kadar külliyen mevcuttular, ama hapsi eğitimli, uygar , sessiz ve kaliteli insanlardı...Hepsi acı içindeydi... Ağlayanlar vardı...Gözleri kızarmış, boş boş bakanlar vardı... Cenaze törenleri sayesinde sosyal çevre edinen, cami avlusunda dostlarıyla gülüşüp, cenaze başında üzgün görünmeye çalışan tipler yoktu. Hepsi Neco için gelmişlerdi.

 

Bazıları Neco'nun musalla taşına kadar saygıyla yaklaşıyor, ellerini açıp dua ediyor, yeşil örtüyü sıvazlıyor, nemli gözlerini elleriyle örterek amin diyorlardı...

 

Necati'nin tabutu, yeşil örtüsü, yanında duran fotoğrafı ve çengel iğneyle adı iliştirilmiş minicik kağıdıyla, adeta bir türbe duygusu uyandırdı bende... Sevenleri, dostları ona el sürmek, ona bir fatiha okumak için gelip gelip gidiyorlardı...  Necati bir derviş gibiydi... Zaten sanatçılar modern zamanların dervişleri ve ermişleri değil midir?? Öyle olmasa o buluşlar, o ince espriler nereden gelir...? Onlar günümüzün Mevlana'ları değil midir??? İlham dediğimiz nedir??? Onlar derviştir ki, çizgilerinde, sözlerinde kitaplar dolusu anlam ve hikmetler vardır. Hiç sanatçıdan katil görülmüş müdür? Ama sanatçıdan katledilen çok görülmüştür... Karıncayı incitmez onlar, Necati de öyleydi...

 

Neco'nun musalla taşının ayak ucunda oğlu olduğunu sonradan öğrendiğim, o telefonda konuştuğum çocuk duruyordu...Oğlumun doğumunda gelmişti anne ve babasıyla, hastanede haşarılık yapıyordu, 3-4 yaşlarındaydı son gördüğümde. Hakkında tutuklama emri çıkmış oğlunu kaçıran bir baba olarak ve 5 yıl Istanbul'a ayak basmamış biri olarak Necati'nin oğlunu uzun yıllar sonra şimdi görüyordum, Şimdi Esmerdi... Esmerliği annesinden, kaşları ve yüzü babasındandı... Ve çok yiğitçe duruyordu... Büyük adam gibiydi...Babası gibiydi.

 

Baş ucuna da ben geçtim... Camiye geleli yarım saat olmuştu...Ameliyatlı ayağım "oturacak bir yer bul" diyordu... Ama Neco beni hissetsin diye baş ucunda dikildim... Belki yirminci Fatihayı belki otuzuncu Elhamı okudum...Tek hatırlayabildiğim onlardı çünkü... Dudaklarımı oynatmadan okumaya gayret ediyordum, dua okumaktan çekinir hale getirilmiştik. Ama yarım saat önceki ayak ucunda bekleyen top sakallı uzun saçlı Hasan, sosyalist bir çizerdi ve meftanın ayak ucunda nöbetteydi... Kim ne derse desin, ben yüce yaratıcıdan Neco'yu rahat bir yere yollamasını isteyecektim... Bunun için yalvaracaktım...Dudaklarım yarım oynuyor ama gözlerime hakim olamıyordum... Her duayı bitirişte Neco'yla konuşuyordum, boğazım düğümlüydü... En son 5 yıl önce annemin vefatında böyle olmuştum... Annemin cenazesine Neco, Erdoğan ve Gürbüz gelmişlerdi... Şimdi ben Neco'nun cenazesindeydim... Annem 68'inde ölmüştü Neco 46'sında... Sıra ne zaman bendeydi?.... Oğluma söylediklerim aklıma geldi...Zaman zaman sağlam ayağımın üzerine yük veriyor ama Neco'yla hep konuşuyordum... Son telefon konuşmamızı tekrar ediyordum ona... Bana master ve doktora yapmam için öğütler vermişti 6 ay önce..Grafikerlerin nasıl ağır koşullarda çalıştığını biliyordu. Neco'ya görüşeceğiz yine diyordum...

 

Ve biliyordum, bir gün bir yerlerde buluşacağız, belki orada da çizeceğiz... El olmayacak, ayak olmayacak, kağıt kalem olmayacak.. belki kelam da olmayacak.. Belki sadece hissedeceğiz... Umarım birbirimizi hissedeceğiz...

 

Necati, Allah rahmet etsin, nur içinde yat... Ben yaşadıkça seni hep hissedeceğim...

 

Ve biz, babamın dediği gibi bu gün varız yarın yokuz... Oğluma iki gün önce ben de aynısını söylemiştim...O da oğluna söyleyecek. Geriye kişiliğimiz kalacak, öğrettiklerimiz kalacak, ürettiklerimiz kalacak, çizdiklerimiz kalacak, .Baki kalan hoş seda. Hoş işler yapanlara mahsus. Boş işler yapanlara boş seda..Ne mutlu geride hoş seda bırakanlara.Ne mutlu Neco'ya.

 

Namazda hocanın "nasıl bilirdiniz" sorusuna hep bir ağızdan yüreklerden "iyi biliriz" haykırışları Necati'nin hoş sedasına karşılıktı. Formalite icabı söylenmiş, alışılagelen türden değildi. Hakkınızı helal edin, çağrısına üç kere "helal olsun" diye bağırdık... Bu bir marş gibiydi... Savaş narası gibi gür ve inançlıydı.. Dürüstçeydi...Necati'nin dürüstlüğünün dürüstçe onaylanması ve yaratıcının huzuruna bu kalite belgesiyle yollanmasıydı... "Biz Necati'den memnunuz, sen de memnun ol" ricasıydı... Bu, Necati'nin dünyada kazandığı ödül plaketlerden çok daha anlamlı bir ödüldü... Çünkü hepimiz çok içten bir şekilde hakkımızı helal ettik, yapmacık bir ses yoktu...

 

Umarım Neco duymuştur...

 

Faruk Çağla

23 TEMMUZ 2004