KENDİ KENDİNE SANSÜR
FARUK ÇAĞLA
Son iki üç aydır, açık ya da kapalı
olarak sık sık yinelenen bir sözcük sanat çevrelerinde ve özellikle
yazın alanında dikkati çekmeye başladı: Sansür.
Nedir bu «sansür»? Türk Dil Kurumu'nun
Türkçe Sözlüğünün altıncı baskısında sansür maddesi şöyle tanımlanıyor:
«Her türlü yayının, sinema ve tiyatro yapıtlarının hükümetçe önceden
denetlenmesi işi; yayın ve gösterilmesinin izne bağlı olması.»
Bu tanımı biraz açarsak, «her türlü yayın» kapsamına siyasal,
toplumsal, düşünsel ve sanatsal yayınların girdiğini görürüz. Böylece
sansürün etkili olduğu alanın içinde - sözlüğe göre - «yayın ve yapıt
alanı» yani «Sanat ve Edebiyat» yer alıyor. Düşünülürse, sanat ve
edebiyat doğa ve toplum olaylarını da içereceğinden, kitle iletişim
araçları ve teknoloji açısından basın ile çok yakın ilişkiler içindedir.
Kitap yazarlarının gazetelerde köşe yazılan yazmaları ya da gazete
yazarlarının kitap yazmaları basın ve edebiyatın bir bütün olduğu
konusunda basit ama önemli bir örnektir. Böylece basının da köşe
yazısıyla, yorumuyla, sayfa düzeni, fotoğraf ve karikatürü ile başlı
başına bir sanat olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Konu bu açıdan ele alındığında, sanat ve edebiyat birçok olayın bildirim
ve iletişim alanı olduğu için, sansürün başlıca uğraşı haline geliyor.
24 Temmuz 1981 tarihli Cumhuriyet gazetesinde «Sansürün Yararsızlığı»
başlıklı yazısında Prof. Dr. Faruk Erem sansürü uygulamalarına göre üçe
ayırıyor:
«Genel anlamda sansür ele alınırsa üç ayrı biçimde sansüre rastlanır:
Asıl sansür, dolaylı sansür, örtülü sansür, (...) ince hukuksal
tekniğe bürünmüş, "örtülü sansür" yolları yok değildir.» Sayın Erem
«sansür koşullarını yasa saptamış olsa bile sansür merciinin keyfiliği
önlenemez» demekte ve konuyu basına indirgeyerek şöyle devam
etmektedir: «Basının temel kaynağı satış, yan kaynağı ilanlardır. İlan
sahipleri çok satan gazeteyi tercih edeceklerdir. Bu suretle belli
gazeteler mali güçlerini artırmakta, bunun yanında da siyasal
iktidardan örtülü faydalar sağlanmaktadır. Bu faydaların doğal sonucu
'örtülü sansür'dür. O halde 'basının mali kaynaklan' yasal düzenlemeye
bağlanmalıdır.»
Şimdi Sayın Erem'in «örtülü sansür»
dediği olayı çağrıştıran ve yazın dünyamızı epeyce etkileyen - ki daha
da etkileyeceğe benzer- bir kaç olaya kısaca değinmekte yarar var. Bu
olayların ilki anımsanacağı gibi Yazko Edebiyat'ta başladı. Burhan
Günel'in «Bir Karşılaştırma» adlı incelemesi hiç bir siyasal neden
yokken, yalnızca birtakım çevrelerin işine gelmediği için dokuz ay hiç
bir yayın organında yayınlanmadı ve sonunda Yazko Edebiyat'ta
yayınlanarak okur kitlesine sunuldu. Bu olay okurlarda «köşe başlarını
devler mi tutuyor?» diye bir kuşku uyandırdı. Aynı konuyla ilgili
olarak Gösteri dergisinin Temmuz sayısında Atilla Özkırımlı «Edebiyat
Babalarına dairdir» başlıklı yazısında şunları söylüyor: «Gördün mü? Hep
söylerdim sana; görünmez kişiler bizimle uğraşıyor. Yazılarımızın
yayımlanması onların tekerine çomak sokacağı için dergilere baskı
yapıyorlar, derdim de, inanmazdın. Geçti o günler, derdin 40 kuşağının
anılarını okuya okuya hep izlendiğini sanır oldun, derdin. Aynı şey
değil, iki gözüm. Bu, bildiğin Mafya. Babalar yalnız silah, esrar
kaçakçılığıyla uğraşmıyorlar ki. İlkeleri her şeyin kendi
denetimlerinde olması. Peki, edebiyat niye olmasın? Ne işleri var
edebiyatla, deme. Vardır.»
İşte burada «basının mali kaynaklan» yasal düzenlemeye bağlanmamış
olduğu için, «kapalı kapılar ardında» sanat tecimi yapılmakta,
sanatçıların bilerek ya da bilmeyerek kendi aralarında tekelleştiği
olgusu gözlenmektedir. Giderek, sanatçı tekelleşmeleri sermaye
çevreleriyle bütünleşme ve güdümlü sanat yapma tehlikesini gündeme
getirmektedir.
Yine Atilla Özkırımlı' dan devam edelim: «Biliyor musun, Orhan, bence
Yazko Edebiyat'ın açıklamaları, Burhan Günel'in yazısından daha ciddi
bir suçlama getiriyor. İyi de ediyor. Şimdi, hangi dergi yöneticisi
hangi gerekçeyle geri çevirdiyse bu yazıyı açıklasın bakalım!
Açıklayabilirlerse kuşkusuz.»
Evet, okuyucu kitlesi bu olay son olur
diye beklerken ikinci bir «Edebiyat Babaları» sansürüyle karşılaştı:
Rekin Teksoy'un başına gelenler... Sanat Edebiyat 81'in ikinci
sayısındaki açıklamalara göre, film eleştirmeni Rekin Teksoy bir
dergiye Talihli Amele filminin eleştirisini yazar. Yazı üç ay
yayımlanacak diye sallanır - Burhan Günel örneğinde olduğu gibi-
sonunda, Sanat Edebiyat 81 yazıya sahip çıkar ve temmuz sayısında
yayımlanır.
Şimdi, aklı başında bir okur «bu ne kepazelik» diye sormaz mı? Üstelik
yazı sansür eden dergiler zaten kısıtlı olanaklarıyla okuma sevdasını
güç bela sürdüren az sayıdaki okura okuma sevgisini pekiştirecekleri
yerde sanki «bizi okumayın» dercesine bu tutumlarını sürdürmelerinin ne
yararı var? Bu tutumlar okurun güvenini sarsmakta ve bu anlamda sansür
silahı geri tepmektedir.
Sanatçıların ve onların yapıtlarının
uğradığı engellemeler ister açık ister örtülü olsun, olağanüstü
toplumsal koşullarda yaşandığı zaman belki bir anlamda doğal
karşılanabilir. Ama sanatçıların kendi içlerinde ve birbirlerine
uyguladıkları, yasal hiç bir dayanağı olmayan sansür sanatçılar
arasında hiyerarşik bir ortam doğmasına yol açar. Böyle bir hiyerarşik
ortamda sanatçıların niteliklerine bakılmaksızın yaş durumlarına ve
yapıt sayılarına göre rütbe vermek gerekir O zaman da genç ve yetenekli
bir sanatçının ödül alması veya 'büyüklerini eleştirmesi' tam anlamıyla
engellenmiş olur.
Biraz derinlere inersek söz sahibi olduğu
alanlarda ün yapmış, belli yerlere gelmiş sanatçılar doğaldır ki o
yerlere kolayca gelmemişler, gelinceye değin de neler çektiklerini ve
nasıl savaşım verdiklerini yalnız kendileri bilebilirler. Kuşkusuz
büyük bir sabır, özveri ve erdem işidir bu... Bunca yılın saygın emeği
ve birikimi gücünü birtakım sermaye çevreleriyle özdeşleştirirse bu
davranışın yalnızca yaşama kaygısı ve var olma çabası ile yapıldığı
düşünülür.
Oysa ki sanat, bağımsız olarak
yapıldığında sanatçının özgür benliği ve doğal etkilenmeleriyle
oluştuğunda özgün değer taşır. Günümüzde hangi tür toplumlarda olursa
olsun, birtakım "gizli eller" den yönetilen sanatçıların bir papağan
olma durumundan kurtulamadıklarını ve özgünlüğünü yitirdiklerini
biliyoruz.
Sanatçıların kısa vadeli çıkarları
uğruna, ileride çok şey kaybetme olasılıkları olduğu halde, kendi
çevrelerine "sansür" uygulamalarının kimlerin işine yaradığı da
üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.
Erdemli sanatçıların paranın çekici gücü ve etki alanına kapılarak
yersiz bir ödün vermeleri yalnızca okur kitlesini düşündürmemekte
sanatçıları da etkilemektedir. Buna en güzel örnek Ali Yüce'nin Yazko
Edebiyat'm Temmuz sayısında yayımlanan bir şiirinin son dizeleridir:
«Bir sabah uyanıp baksam
Anadan doğma soyunmuş şiir
Bal akıyor memelerinden
Boyundan utan Ali Yüce
Kafdağma çıkamazsın sen
Netsen neylesen olmaz işte
Küstürme emek bacını
Buruşmasın halk bayrağın
Ne derse desin sanat tüccarı
Ülkem ülkem güzel ülkem
Sen ki değişmezdin
Bir saman çöpünü
Dünya dolusu altına
Niçin yatı yatıveriyor şimdi
Tertemiz insanların
Kipkirli paraların altına»
Sanat-Edebiyat' 81 Eylül 1981
sayı:
4
|